Bir Denizli Hikayesi

Gene de bugün düşündüğümde anlıyorum ki, Çaybaşı mahallesi cennetten bir parçaydı. Orada burada “Cenneti anlatanları duyduğumda, okuduğumda “Bunlar Denizli'yi görmüş olsalardı cenneti nasıl anlatırlardı acaba?” diye içimden GEBE
Denizli'de hemen her sokaktan, her evden, en azından bir arık geçerdi... Bizim Çaybaşı mahallesinin bel kemiği Lise caddesinden de... Bu çayda, bir kaç kez, sulara kapılıp, akıp gittiğimi anımsıyorum. Hele bir kez, tam albay Saip Beylerin evinin önündeki taş köprünün altına tıkılıp kalmadan bir kaç metre önce çıkarmışlardı beni... Dayak yiyeceğimi bile bile gene de girmeden edemezdim.
Çayın, Lise caddesinin bir yanından . öteki yanına altından geçtiği yerde cami vardı. Camiden sonra da çay, yolun kıyısından aşağıya doğru akıp giderken, bir kaç yüz metre sonra, o günlerde bize çok geniş gelen, saçtan bir kanala girerdi. Doğal eğimden ötürü yol aşağıya doğru düşüp kanal dümdüz gittiği için, elli altmış metre sonra, demir ayakların üzerinde bayağı yükseklerde kalırdı. Derken, gene saçtan bir büyük huninin içine düşer, gıp gıp Ahmet'in (durmadan gözlerini kırptığı için böyle demişler) elektrik fabrikasının koca tekerini döndürür, elektrik üretirdi. Gıp gıp Ahmet'in sattığı bu elektrik bir kaç mahalleye yeterdi.
Bizim mahalle buralara dek inmezdi. Camiden başlar, yukarı doğru çıkardı Çaybaşı Mahallesi... Çaybaşı camisinin önünde ağaçlar vardı. Bu ağaçların altına, karşıdaki kahveci sandalyalar atardı. Çayın başı, arada kovayla çaydan alınan suyla sulanan ağaçların gölgesinde pek güzel olurdu. Koca adamlar burada oturur, çay kahve içerek söyleşirlerdi.
,Çevre de bakkal vardı. Kunduracı, kasap, berber, terzi vardı...
Camiden sonra Lise caddesi daha da eğimlenir, yukarı doğru çıkardı. İki yanında çıkmalı evler yanyana dizilmişlerdi. Evlerin ön yüzleri yola, çaya bakardı. Müdde Umumi Necib Ali Küçüka, eczacı Sabri bey, Sarıcalar, firıncı Ahmet amca (İlhan), Havhoca Cemile'si (Necati), Dondurmacı Nuri (İlhan), avukat Kemal Bey, Özkardeşler (Nail), manifaturacı birşey amca ve karısı ufacık Bahriye teyze, hep küçücük evinin önündeki basamaklara oturan, mahallenin bekçisi Fadim nine, çıkmazın içindeki arabacı Nuri bu evlerin yüzlerinden anımsayabildiklerim...
Bizim ev de, Necati'lerin evi de, sokağa bakmazdı. Öteki evlerin bahçeleri arkalarındaydı. Başta da söyledim ya, bu bahçelerden en azından bir, çoğundan iki arık geçerdi. Arıkların hemen iki yanları, fesleğenler, menekşeler, güller, yıldızlar, türlü türlü çiçeklerdi. Arığın üst başında bir tahta gergi dururdu. Onu, suyun akışına dik koyup arığı tıkadın mı, su yandaki önünü açıverdiğin aralıktan harıma dalardı. Domatesi, patlıcanı, biberi, bamyayı, fasulyayı, börülceyi, soğanı, sarımsağı sular alt başında gene arığa karışırdı. Bahçenin kıyılarında ak kara, yediveren incir, ak dutara dut, tatlıkşi nar, ayva, tatlı erikkşi erik, kayısı, zerdali, armut, ergen ya çiçeğe durmuştur ya meyve vermektedir. Evin önündeki talvarda da kara üzüm, ak üzüm, kadın parmağı, çavuş üzümü ya da çekirdeksiz...
Telli kavaklar en küçük yelde hışırtıyla salınır dururlardı.
Ama evlerde de sokakta da, arada bir radyo haberleriyle bölünse de, başat olan suyun sesiydi. Geçenlerde, çocukluğu Denizli'de geçmiş bir dosta “Seni bir yere götüreceğim, Denizli'yi anımsayacaksın!” dedim. “Nasıl?” dedi. “Heryerden su sesi geliyor!” dedim. “Sahi mi?” derken sesinin rengi değişmişti.
Denizli yemyeşildi. Denizli çiçekti. Denizli meyveydi. Denizli sebzeydi, şuydu buydu da, en çok suydu. Kireçliydi şuydu buydu da, tertemiz suydu... Evden eve sevgi götüren su. Yeşilin içinde iki katlı evleri, neredeyse gözükmezlerdi Denizli'nin...
Evler odalarıyla, çoğunlukla sokağa bakarlardı. Hayat ya da sofalarıyla da bahçeye, yeşile... Hayatın, sofanın ahşap tavanında sudan yansılanan ışık oynaşırdı. Kimi evin eriği en iyisiydi, kimi evin inciri... Ama bütün mahalle tadardı hepsini... Kokusu birbirine geçen yemekleri de...
Çiçekler bile komşular için yetiştirilirdi sanki... Babamın, günlerce gözü gibi baktığı, rengi pek özel, etkisi bambaşka yıldızdan bir demet derip, kale içindeki dükkanımızın vitrini üzerinde bir vazoya koyuşu bir sunuştu... Dükkan komşularının gözlerine bir şölendi...
Bir insan düşünün, dükkan komşusuna bir sunuş yapabilmek için, gözü gibi bakıp yetiştirsin çiçeği. Bir kaç yıl önce, Denizli'deki bir konuşmamın soru bölümünde biri “Sen şimdi apartmanlara karşı mısın?” diye sormuştu... “Benimki karşı olmak değil” demiştim “Bir şeylerin eksikliğini duymak...”
Bana dedim bir şey anlatın, şu yapılarınızda bir şey gösterin de ben ondan bir sevgiyi anlayayım, göreyim...
Örneğin, “Kaldırımı şöyle yaptırdık ki, yaşlımız kolay geçsin karşıdan karşıya...”
“Çocuğumuzu düşündük de, pencereyi, balkonu şöyle yaptırdık.”
Yada, “Babamı, anamı düşündüm de evin şurasını şöyle yaptırdım. Örneğin asansörü sedye, cenaze girebilecek gibi yaptırdım.” Dedim ya, bir şey söyleyin de birinizin ötekini sevdiğini anlayayım...
Tıss...
Ne oldu bize böyle? Böylesine sevgisizliğe ne zaman, nasıl düştük?
Çoğunun gözleri dolduydu...
Çaybaşı mahallesinde büyüyenler hemen anlıyorlardı ne demek istediğimi elbette... Gürcan'da, Musa mahallesinde, Kayalık'da büyüyenler de...
Daha kirletilmemiş, yıkılıp iğnenip Ezilmemiş sevgi kültürümüzün kalabildiği bir iki köşe hala var.
Sorun, arayın bence...
Görün, cennet, kitaplarda, anlatımlarda, şurda burda değil, yaşamımızın bire bir içinde olabilir.

Yorumlar

  1. Bu güzel yazı için teşekkürler. Malesef eski Denizli çocuklarımıza artık hikayelerini bile anlatamayacağımız şekilde kayboldu. Bugün Gıp Gıp Ahmet'i Alabaz Mahallesi'ni bilen kalmamıştır. Denizli'nin sular, dereler ve yeşillik içindeki cennete benzeri hali bugün çirkin binalar tarafından boğulan bir cinnet manzarasına dönüşmüştür. Çok acı.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder