Uzun yıllar burada yaşayan Rumlar, Cunda'ya "Kokulu Ada" anlamına gelen "Moshonisi" demişler. Belki de Ege' nin meşhur imbatının getirdiği deniz kokusundandır. Ayvalık'tan Cunda'ya geçerken, önce "hadi canım!" dedirtecek bir tabela çıkıyor karşınıza; "Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü." Gerçekten de, bu Dolap Boğazı denilen yerdeki kısacık köprü, memleketin ilk boğaz köprüsü. Önce Ayvalık'tan, 1800'Ierin başında Rumlar tarafından yapılmış bir doldurma yoldan Lale (Soğan} Adası'na geçiliyor oradan da bu köprü sizi Cunda'ya bağlıyor. Köprüyü algılamaya çalışırken, Avustralya'daki kanguru uyarı tabelalarına benzeyen bir "Dinosaur Bar" yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Bar, eskiden Rumlardan kalma bir zeytinyağı fabrikasıymış.
Cunda siteleri, villaları, otelleri derken sahile geliyorsunuz. Sahilin en iyi zamanı sabah erken ya da akşamüstü. Ege'de bir adadasınız ve özelliği arka sokaklarında. Otantik evler, kapılar, kapı tokmakları, mis kokan bahçeler, çeşmeler, şirin pansiyonlar, balıkçılar, zeytinyağı dükkanları, küçük mandıralar, kiliseler... Keyifli bir yürüyüş için her şey var.
Artık akmayan Aşağı Çeşme sırasındaki Taksi yarhis Kilisesi, 1873 yılında inşa edilmiş. Kilise, Cunda Adası'nın metropol kilisesiymiş. Kilise bahçesinde Zehra Hanım eski bir Rum evinde oturuyor, burayı virane olmaktan kurtaran da o, Rumca biliyor. Bugüne dek, turistlere kilisenin içini gösteriyormuş, ama nedense anahtar elinden alınmış. Şimdi kilise kapalı, penceresinden baktım ama sözü edilen freskleri göremedim. Cunda akşamları kalabalıklaşıyor, Bodrum çarşısı gibi, yürümek için kuyruğa girmek gerekiyor. Özellikle kahvelerde oturacak yer yok. Tatil yörelerinin tipik alışveriş objeleri burada da satılıyor.
Akşam kalabalığından bunalmıştım. Nasıl olsa, sabah erken kalkar, deniz kıyısına gider, gazete okur, balıkçılarla sohbet eder, imbat eserken gerçek Cunda'yı yaşarım diye düşündüm. Sabah, yürüyerek köşedeki börekçiye gittim. Bir sonbaharda tadı damağımda kalmıştı. Aksi bir suratla, önüme buz gibi bir börek koydular. "Zeytinyağlı kahvaltı" istedim, daha hazır değildi. Saatime baktım, 9'du. Burası bir balıkçı köyü değil miydi? Acaba artık balıkçılar, kahveciler, eskiden hoşsohbet ve konuksever olan esnaf için, misafir değil de, geç saatlere kadar yemek ve hediyelik eşya tüketen yabancılar mıydık? Biz ziyaretçiler nasıl değiştirmiştik onları? Taş Kahve'de tanıştığım, ailesi Girit'ten gelme, Balıkçı Hasan düşündüklerini anlattı: "Sağımda solumda kentliler, eski Rum evlerini restore ettiler, şimdi de beni komşu olarak beğenmiyorlar."
Yorumlar
Yorum Gönder